Yemek deyince en çok da Ramazan günlerinde ağzımızın suyu akar, midemiz kazınır ve ne yesek diye hayal kurarız.
Neden acıkırız?
Sinir sistemimizin en önemli hormon üreten yeri gözümüzün arka kısımına denk gelen bölgedeki beyin bölümü HİPOTALAMUS tur. Bu bölgede, karnıyarık mı yapsak kuru fasulye mi derken aktive ettiğimiz açlık hissi oluşturan sinir hücreleri bulunur. Bu sinir hücreleri, açlık hissini ortaya çıkaran protein üretir. Acıkmayla birlikte birçok biyokimyasal olay ortaya çıksa da bu proteinlerin aktive ettiği temelde 2 hormon yönetir bu durumu: Grelin ve leptin.
Açlık hormonu olarak da bilinen GRELİN, tam öğle vakti karnınız gurul gurul öterken mide boş olduğunda, midenin içinden salgılanır. İftar topu atılıp çorbayı arkasından sarmayı, tavuklu pilavı varsa kadayıfı soluksuz yediyseniz üzerine Niğde gazozu ile karnınız doymuş ve tokluk oluşmuştur. Bu his oluştuğunda ise grelin baskılanır ve tokluk hormonu olarak da bilinen LEPTİN devreye girerek yağ hücrelerinden salınır. İştahınızı keser. Aslında hormonlar kilo alsak da versek de değişime uğrar. Bu yüzden diyet yapsak da diyeti bıraktığımızda bu değişiklikler kilomuzu tekrar kazanmamıza sebep olur. Peki herkes aynı şeylerle aynı zamanda mı doyar? Hayır tabi ki insandan insana farklılıklar vardır. Mesela bir çocuk süt biberonuna yapışmış vaziyette mamasını içerken artık doyduğunu zor da olsa anladığında ağzındaki süt çenesinden aşağı akar. Ve biberonu tekrar ağzına sokamazsınız.
Bir lise öğrencisi 45 dakikalık öğle arasında acıkmayla doyma arasında tostunu art arda ısırır. Alacanla dersine girer. Acil hekimi açlığın zirve yaptığı esnada vakit bulursa oturarak yemeğe çalıştığı lahmacun daha mideye girmeden kalp krizi vakasına çağrılır ve şak iştah gider. Kamyon şoförleri çok daha orijinal bir yeme içgüdüsüne sahiptir ki yol boyunca en güzel kuru fasulye-pilav yapan yanına turşu koyan üzerine Kemalpaşa tatlısı veren dinlenme tesisine kadar karınlarının acıktığı vakti bekler. Nasıl bir öngörü vardır kamyon şoförlerinin hiç mi yanılmazlar ve tam da açlıkları ile molaları birebir denk gelir. Onların bu yetenekleri sanırım yılların verdiği yemek gurmeliğinden kaynaklanır. Cerrahlar ise aspiratör gibidir, boşluk buldukları her an yemek seremonisini tek solukta bitirebilirler. Gerçi kahve içmek bile bazen lüks olabilir onlar için. Çünkü ne zaman ne ameliyat yapacakları belli olmaz. Tanıdığım cerrahın yemekle alakası olmasa da ağız tadı çok önemlidir onun için. O da tüm cerrahlar gibi vakit bulursa zevkle yemeğini yiyebilir.
Doktor hikayeleri hiç bitmez hele hele Cerrah hikayeleri tükenmez. Bazen öyle uzun yatarlar ki hastanede sanki evlenirsin hastayla. Karından, kocandan, çocuğundan daha çok görürsün hastaları. Bazen öyle duruma gelir ki evinde gibi orayı burayı silmeye, hemşirelere kızı- oğlu muamelesi yapmaya ve servisin mutfağında yemek pişirmeye başlar hastalar. Öyle içselleştirir ki hastaneyi Uşak’lının söylediği gibi SEN-BEN-BİZİM OĞLAN şekline girer. Cerrahide yatan hastaların ameliyattan sonra hayatlarında hiç yemedikleri yiyeceklere aş ermeleri de ayrı bir ritüeldir. Amca hayatında hiç yemediği hünkar beğendi ve browniyi aklına getirebilir, ananas- mangoyla tanışabilir bu nekahat döneminde. Hasta bakıcı olarak kalan kızının yiyince hemen iyileşeceğini düşünme içgüdüsü ise bu yeme-içme durumunun kontrolünü kaybettirir. Eş-dost akraba da paket paket sütler, tatlılar, muzlar getirince iş zıvanadan çıkar.
Zıvana deyince hemen ona da bir girizgâh yapayım. Zıvana, marangozlukta birbirine geçecek olan iki parçaya yapılan, dil ve onun gireceği bir yerden oluşan tertibatken; mühendislikte ve değirmencilikte değirmen taşlarının ortasındaki delikten geçen mil kazık olarak ayrıca denizcilikte yelkenlilerin direklerinin girdiği oluğa söyleniyormuş. Deyim olaraksa denetlenemez duruma gelmek anlamında kullanılıyor.
Sanırım her şeyde olabildiği gibi yemekte de hormonları kendi haline bırakmıyor ve zıvanadan çıkıyoruz. Ölçülü olmak her zaman iyidir.
SİZ SİZ OLUN ZIVANADAN ÇIKMAYIN......
Sevgilerimle